01 Mayıs 2024 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / MÜSLÜMAN’IN AKIL-VAHY DENGESİ İLE SINANMASI
MÜSLÜMAN’IN AKIL-VAHY DENGESİ İLE SINANMASI

MÜSLÜMAN’IN AKIL-VAHY DENGESİ İLE SINANMASI Muhammed Tarik

                      

Giriş

 

1. Pratiğe Dayalı Bir Hayat Düşüncesi

 

Yüce Kur’ân düşünceden çok ameli öne çıkaran bir kitaptır. Belki de bu nedenle İslam Ümmetinin ilk kuşaklarına mensup zevat birer düşünürden çok birer eylem adamıolmuşlardır. Onlar Kur’ân’dan aldıkları ilham ile kendi hususi dünyalarında yaşayan fikir adamları olacaklarına ülkeden ülkeye fetih için koşan cihad önderleri veya komutanları olmayı tercih etmişlerdir. Pek çoğu bu alanda halkı sevk ve idare eden bir lider konumuna yükselmiştir. Onun için ihlâs ve gerçek kimliği yansıtma açısından tasavvufi müesseseler, Müslümanlıkta dini deneyimin tekâmülünü sevk ve idare etmede ve onu uygun biçimde yoğurup ona şekil vermede önemli bir etken olmuştur.

 

Dinin esası imandır. İman ise, bir kuş gibi “izlenmez yolunu” akıl delaleti olmadan görür. Akıl ise, İslam’ın büyük mutasavvıf şairinin dediği gibi “İnsanın yaşayan kalbinin yolunu keser ve içinde gömülü bulunan görünmez hayat servetini yağma eder.”

 

2. Dîn, Felsefe ve İnsanın Kimliği

 

Dîn, felsefenin dallarından veya kollarından birisi değildir. Çünkü dîni mahza tefekkür saymak veya sırf histen ibaret olarak düşünmek mümkün olmadığı gibi onu yalnızca bir ameller manzumesi diye tasavvur etmek de isabetli olmaz. Dîn, ancak bütün olan insanın yani, zât-ı küll’ün enine, boyuna ve derinliğine tanımlanması ve anlamının ifadesi olabilir.

 

İnsanın parçalanmadan ele alınması eninde sonunda Dînin dediğine gelmeyi iktiza eder. Felsefe, insanı parçalar. Bilim insanı parçalara ayırır. Pozitivizm parçacı bir yaklaşımı zorunlu kılar. Gazali’de (v.1111) keşf, Pascal’da (v.1662) sezgi, Bergson’da (v.1945) hads, sıradan bir akıldan ileri, sadece daha üstün bir çeşit akıl değil midir? İslam’da rasyonel esasları incelemek, buna uygun araştırmalar yapmak bizzat Rasûlullah (s.a.s.) tarafından teşvik edilmiş değil midir? “Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı ilham eyle; bize batılı batıl olarak göster ve ondan sakınmayı ilham eyle!” diye dua eden zat,[1] bizzat o zat değil midir? Bu aynı zamanda Kur’ân Mesajlarından birine de denk düşmektedir (49/Hucurât 7).

 

3. Grek Düşüncesi ve Kur’ân Metodu

 

Yunan felsefesinin İslam tarihi üzerinde büyük kültürel tesiri olduğu müsellem malumat sayılır. Kur’ân’dan vazgeçmeden Yunan felsefesi ve kültürünün ilhamıyla meydana gelen skolâstik ilahiyat ekolleri dakik bir tetebbu ile ele alındığında şu tespite ulaşılmaktadır:

 

Yunan felsefesi İslam düşünürlerinin görüş ufuklarını çok genişletmiştir ancak bir bütün olarak bakıldığında onların Kur’ân-ı Kerim hakkındaki görüş ve düşüncelerini yanlış yöne çevirdiği de açıkça gözlenmektedir. Bu felsefe onların düşünce ve yaklaşım metotlarını kökten değiştirmiştir.”[2]

 

Sokrat’ın (v.mö.399) sadece insan üzerinde düşündüğü, bunun dışında kalan hiçbir şeyi ilgiyle eğilmeye değer bulmadığı malumdur. Bu görüş, baştan sona evrenle ilgilenmeyi, Allah’ın ayetlerini bir bir incelemeden geçmemeyi her fırsatta tenbih eden Kur’ân mesajlarıyla bağdaşır mı? Onun gerçek şakirdi Eflatun (v.mö.347) havasla idrak fikrinden nefret ederdi. Ona göre bu, insana hakiki ilim değil, ancak fikir verebilirdi. Kur’ân müminlerin özellikle görme ve işitmehasselerine onca önem atfetmişken bu görüş nasıl onun öğretisiyle bağdaşabilirdi? Bunu Müslüman düşünürler ancak üç yüz yıl sonra kısmen fark edebildiler.

 

4. Yunan Felsefesinden İslam Felsefesine 

 

Kur’ân’ın ruhu daima ve esasen Antiklasik’tir. Gazali, felsefeye karşı Müslümanların içinde biriken isyan ruhunun tercümanı oldu. Ne ki, o da felsefeye karşı hamle ve hücumunda yine onun tuzağına düşmüş ve felsefenin metoduyla onu tenkit etmek için dini düşüncesini, felsefi şüphecilik üzerinde kurmuştu. Ama bu Dîn adına sağlam ve güvenli bir yol değildi. Ayrıca Yüce Kur’ân’ın ruhuna da uygun bir dayanak sayılmazdı.

 

Gazali’nin hamlesi, Yunan felsefesini savunan İbn Rüşd’ün (v.1198), Aristo’ya (v.mö.322) dayanan Faal Aklın Ölmezliği Doktrini şöhret bulana kadar etkiliydi. Ne ki, bu doktrin de İslamiyet’teki büyük ve verimli bir düşünce damarını kurutmuş ve öz olarak insanın doğası ve iradesine değer veren Yüce Kur’ân’ın ortaya koyduğu düşünce ve inançla büyük ölçüde örtüşmeyen bir yaklaşımı muhteviydi.

 

Bu düşünce neticede insanın kendine, Yüce Allah’a ve evrene bakışını güdükleştiren bir felsefenin inkişafına yol açtı. Bu çizgiye muhalif olan Eş’arî düşünürleri nihayetinde doğru yolu bulmuşlardı. Onların da gayesi, sadece Yunan Diyalektik silahlarıyla Sünni düşünüşün savunmasını yapmaktı.

 

Bu hengâmda Mutezile, Dîni, sadece umdelerden oluşan bir cisim gibi anlamıştır. O, özellikle hakikatin ele alınması icap eden mefhum dışı usulleri önemsememiştir. Dinin hayati bir hakikat olduğunu unutmuşçasına bir metot izlemiştir. O, dini, tamamen menfi davranışta karar kılan bir mantıkî mefhumlar sistemine indirgeyecek derecede küçültmüştür. Yani Mutezile, ilim, sanat ve din sahasında düşüncenin müspet deneyimden külliyen müstakil olmasına imkân bulunmadığını idrak etmekten aciz kalmıştır. Hâlbuki Alman düşünürü Kant (v.1804), Saf Aklın Tenkidi adlı eserinde rasyonalizmin abidesini bir harabe yığınına çevirmiştir. Bir Müslüman nasıl bu kadar gaflet içinde karanlık dehlizlerde ilerlemeye çalışabilirdi. Nitekim Gazali de bunu İslam dünyasında Kant’tan yedi asır (yani 900 sene) önce gerçekleştirmişti.

 

5. Kur’ân-ı Kerîm’in Gayesi ve Akıl

 

Özce söylemek gerekirse denebilir ki: Aziz Kur’ân’ın en önemli hedefi ve başlıca gayesi, insan ruhuna, kendisinin Allah ve kâinatla olan türlü türlü bağlarının, alaka ve ilişkilerinin yüksek şuurunu uyandırmaktır. Bunu İslam üzerinde tetkikleri olan Goethe (v.1832) ve Eckerman (v.1790) bile rahatlıkla tespit edebilmiştir. Din, illiyet tabirince tabiatın izahını hedef tutan fizik veya kimya değildir. Dinin asıl gayesi, insanoğlunun tamamen başka sahaya ait bir deneyimini izah etmektir. Bu deneyimin verileri ise başka hiçbir sanat veya bilimin verilerine indirgenemez.

 

Eğer akıl bir tekâmül mahsulü ise, hayatın mahiyet ve menşei hakkındaki bütün mekanistik mefhum manasızdır ve müspet bilimin kabul etmiş olduğu prensip iyiden iyiye tekrar gözden geçirilip, tashih edilmelidir.  

 

II. Tarihi Süreçte Vahy-Akıl İlişkisi

 

Müslümanlar, Kur’ân’ın anlaşılmasında doğrudan önemli bir katkı sağlayan Rasûlullah devrinde bir sükûnet döneminde yaşadılar ve saf bir düşünce ile hayata yön verdiler ve onu safi duygularla düzene koydular.

Raşit Halifeler devrinde de kısmen bu sükûnet ve arı duru akıl ve düşünce büyük ölçüde egemendi. Teferruata dayalı görüş ayrılıkları o kadar derin değildi ve itikada ilişkin görüşler henüz sistemleşmemişti. Bu devrede akıl ve nas arasındaki bağlar üzerinde düşünüldü. Kader, irade, günah, Dinden dönme, Dinin kesin emirlerine karşı gelme, yönetim ve idare nosyonu ve formu üzerinde kafa yoruldu. İman, inkâr ve müminlik, kâfirlik gibi temel dini kavramlar içerik ve kapsam açısından incelendi.

Özellikle yönetim ve iktidar etrafında yoğunlaşan yorum farkları düşünce ve duygular üzerinde etkili oluyordu. Çeşitli hayat tarzları, kavimler ve gelenekler birbirine karıştı. Her kavmin soyluları, asilzadeleri, üst tabakadan olduklarına inananları bir anda her şeyini kaybetmiş sıradan insanlarla bir tutulduklarını gördüler ve buna dayanamadılar. Bu inanç, düşünce, ahlak ve hayat tarzı aleyhine sinsi, gizli, hain oyunlar üzerinde çalıştılar. Müslüman ve mümin gibi görünerek sürükleyen kitle ve atmosferin havasını kirletme üzerinde kafa yordular. Küfre ve ilhada karşı başlatılmış ve başarılmış cihad şimdi içe kıvrılmalı ve aynı değerler onlara karşı kullanılmalıydı.

Bunu zekice ve şeytanca tezgâhlar şeklinde dokudular. Ümmet şimdi birbirinden kuşku eder, birbirine düşmanca duygularla bakar olmuştu. Özellikle halklar ile Yönetim arasında derin uçurumlar oluşmuştu. Bunu ustaca kullanan hainler inanç, ahlak, düşünce, ibadet ve sosyal hayat hakkında gevşek, kof, sloganik ve kin ile düşmanlığı ümmet arasında büyütüp besleyen normlar öne çıkarıp onlarla müminleri yeniden bir forma sokmaya, farklı biçimde kategorize etmeye başladılar. Bunlara öncelikle onların dilinden anlayan ve metotlarını bilen bir aydın kesim karşı koyabilirdi. Onlarla fikri açıdan bir mücadele yapılmalıydı. Bir kesim onlarla mücadele ederken akılcı bir yöntem kullandı ve daha sonra Mutezile adını aldı. Diğer bir kesim Kur’ân ve Sünnet tarafından ortaya konan beyanları esas alarak mücadele etmeyi daha uygun buldu. Bunlara da Ehli Sünnet dendi.[3]

Bu geleneğin takipçilerinden olan Matürîdî’nin (v.944) konuya ilişkin eserleri Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’ânadını taşır burada dikkat çeken bir konu “Akıl: İlahi Bir Emanet” başlığını taşır. Burada müellif, aklın mahiyeti, aklî bilginin imkânı ve alanı, akıl ve insan doğası gibi konuları inceler. Ona göre akıl, kendi kendinin ne olduğu konusunda hüküm veremez. Matüridî’, haber bilgisi olan vahyin, aklı kullanmayı emrettiğini tespit eder. Ona göre aklın insanda bulunması değil, onun kıyas ve inceleme yoluyla insana yol göstermesi bir fazilettir. İnsanı insan yapan bu eylemidir. Zira aklın kontrol görevi bulunmaktadır.

Matürîdî’, sonlu âlemin bir parçası olan insan aklının, bütün varlıkları hakikatiyle tamamını kuşatma ve bütün işlerin sonuna ulaşma konusunda aciz kaldığı kanaatindedir. Buna rağmen aklın yine de herhangi bir dış müdahale olmaksızın, bir yaratıcının var olduğu bilincine ulaşabileceği düşüncesine ulaşır. Bu, aklın, birçok iyi ve kötüyü bilebileceği anlamına gelir. Ona göre akıl, iyi ve kötüyü bilebilse de, din içinde ibadetlerin nasıl yapılacağı, hukukun, özellikle de hadlerin ve cizyelerin belirlenmesi gibi hususlarda onun yine de vahyin desteğine ihtiyacı vardır.

Diğer önemli bir konu “Akıl ve İnsanın Doğası” alt başlığını taşır. Matürîdî’ye göre aklın, her zaman iyiyi seçme potansiyeli olmasına rağmen, insan tabiatından kaynaklanan birtakım olumsuz etkiler sebebiyle onun her zaman aklıyla hareket etmeme ihtimali de vardır. İmam Matürîdî, teorik olarak aklın iyiyi ve güzeli seçme ihtimalinin vahy yoluyla kesinliğe kavuşturulabileceğini savunur.

 Dikkat çeken bir konu da “Vahy: İlahi Bir Rahmet”tir. Vahyin mahiyeti, vahyevî bilginin imkânı, nübüvvetin gerekliliği ve temellendirilmesi, nübüvvetin delili olarak ayet, vahyevî bilginin alanı ve değeri alt başlıklarının yer almasıdır. İmam Gazali, “göz için ışık ne ise akıl için de vahy odur.” diyerek vahy nuru olmadan aklın hakikatleri tamamıyla göremeyeceğini güzelce ifade etmiştir.

 

İmam Matüridî, “vahy” kavramını dört kısma ayırır:

1. Nübüvvet vahyi,

2. İşaret vahyi,

3. İlham vahyi  

4. Gizlilik vahyi

 Ayrıca Hz. Muhammed’e  (s.a.s.) gelen vahyin Kur’an-ı Kerim’le sınırlı olmadığı, zahir vahy Kur’an, beyan vahyi ve ilhami kavrayış vahyi olmak üzere üç çeşit vahyle muhatap olduğu düşüncesindedir. “Matürîdî’ye göre, Allah ile Rasûlullah arasında Kur’an dışında da iletişim vardır ve O’nun Kur’an’ı tamamen doğru bir şekilde kavrama ve tefsir etme hakkı ve yeteneği bu ilahi iletişimden güç alarak gerçekleşir.

En son önemli konu da “İlahi İmtihanı Kazanma Yolu Olarak Akıl ve Vahy” başlığını taşımaktadır. Yani insan vahy ile aklı dengeleme noktasında bir imtihan sürecinden geçer. Ya dengeyi kurar ve kurtuluş yoluna girer ya da dengesiz bir yaklaşıma ulaşır ve yolunu şaşırır.

Akıl-vahy ilişkisinde Ehl-i Sünnet İmamlarından Matürîdî’ kullandığı beyan, tefsir, te’vil, muhkem, müteşabih gibi kavramlar onun bu konudaki anlayışını ortaya koyar. Buna göre akıl-vahy ilişkisinde şu hususiyetler göze çarpar:

1- Akıl ya da vahyden hiçbiri diğerine göre öncelik sahibi değildir. (Mutezile, Kur’ân ve akıl kıstaslarını kullanır ancak, Kur’ân’ı akla uygun ölçülerle anlamayı öne çıkarır. Akla uymayan nassları tevil etmeyi kural sayar).

2- Akıl-Vahy ilişkisinde önce akıl vahyin doğruluğunu onaylar ve vahyin otoritesine girer, daha sonra vahyi anlamak yine akla düşer (Mutezile, Kur’ân ve aklı birer müstakil kıstas olarak kabul eder ve onları birbirine uymaya mecbur etmez).

3- Akıl ve vahy arasında zıtlık ve çatışma söz konusu değildir. Burada insanlar imtihan edilmektedir (Mutezile, Vahy ile akıl arasında tearuz olabileceğini, bu durumda vahyi, aklın kabul edebileceği bir tevil veya yorumla anlamak gerektiğini ileri sürer).

4- Her ne kadar akıl tek başına tevhide ulaşma yeteneğine sahipse de, vahy olmaksızın Yüce Yaratıcıya karşı kulluk vazifesini ne şekilde yapabileceğini bilemez veya bulamaz. (Mutezile, insanın aklıyla iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bulabileceğini bu nedenle kendisinin bu konuda sorumlu olacağını savunur).

5- İnsanların doğalarından kaynaklanan birtakım sebepler, her zaman akılla hareket etmelerinin önünde birer engele dönüşebilirler. Bu sebeple de vahy, akıl için bir yol gösterici niteliğinde olmak üzere gereklidir (Mutezile, inanç ve ibadetler konusunda vahye ihtiyaç olduğunu, bunların salt akıl ile belirlenemeyeceğini kabul eder. Ancak iyi ile kötünün insan aklı tarafından belirlenebileceğini savunur).

6- Vahyin getirdiği bütün ilkeler akıl tarafından da rahatlıkla kabul edilebilir. İman ile akıl arasında bir zıtlık yoktur (Mutezile, bu konuda Matürîdî ile müttefiktir; farklı düşünmez).

 

III. Akıl-Vahy Bağlamında Ehli Sünnet ve Mutezile

 

Akıl ve vahyin tanımı ve muhtevası hakkında ortaya çıkan farklı anlayış ve yorum inanç, düşünce, ahlak, ibadet, hukuk ve sosyal hayat alanında farklı görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şimdi de bu sonuçları gözden geçirelim. Elbet burada biz bu görüşlerden hangisinin daha isabetli olduğunu tespit etmek için bir inceleme yapma imkânına sahip değiliz. Onun için sadece farkları belirtmekle yetineceğiz.

 

Müslümanlar Vasıl’ın (v.131) fıkrasına genellikle Mutezililer derlerse de, onlar kendilerini “Ehlü’t-Tevhîd ve’l Adl” olarak adlandırırlar. Adl (adalet) ile itaat edeni ameli için ödüllendirme ve isyankârı da kötü amelinden dolayı cezalandırmanın Allah’ın üzerine vacip (farz) olduğu kastederler. “Tevhid” ile de, Allah’ın kendi zatından ayrı sıfatlarının olmadığını kastederler. Onlar Allah’ın kadir, âlim, basîr gibi sıfatları olduğunu kabul ederler. Ancak bu sıfatlarının zatından bağımsız ve ayrı olduğunu kabul etmezler. Bunun nedeni ise ilahi sıfatlar Allah’ın zatıyla aynı kabul edilmezse birden çok ezeli varlık ortaya çıkar ve bunun tevhidin akidesini sona erdirir şeklindeki düşünceleridir. Onlara göre bu açıkça küfürdür. Tevhîd ve adalet Mutezile inancının temel ilkeleri olup bunun için kendilerine “Ehlü’t- Tevhîd ve’l Adl” demişlerdir.

 

Tevhîd ve adalet temel ilkelerinden şu inançlar zorunlu olarak çıkar:

 

1- Yüce Allah’ın adaleti her insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olmasını gerektirir. Ancak böylelikle insan hür ve fiillerinden sorumlu olur.  

 

2- Allah’ın adaleti onun adalet ve eşitliğe aykırı bir şey yapmasına engel olur.

Mutezilenin ikinci kuralı olan tevhid’ten aşağıdaki görüşler zorunlu olarak çıkar:

 

1- Kıyamet Günü müminlerin Allah’ı Görmesinin (Rüyetullah’ın) reddi.

 

2- Kur’an-ı Kerim’ın mahlûk olduğu inancı. Allah’ın sözü mahlûktur; ezeli ve kadîm değildir. (Allah’ın rahmet ve gazabı da, Onun sıfatları değil, halleridir).

 

A. Mutezile’nin Vahy-Akıl Bağlamında Ortaya Çıkan Başlıca Tutum ve Düşünceleri

 

1- Mutezile, kabir azabı ve mükâfatını inkârı eder, ölülerin Mükner ve Nekir adlı melekler tarafından sorguya çekileceklerini akla uygun bulmaz ve reddeder. Ehl-i Sünnet (Selefiyye, Matürîdiyye, Eş’ariyye) bu konudaki nasslara dayanarak onları kabul eder.

 

2- Mutezile, Kıyamet Alametlerinin Ye’cûc ve Me’cûc’ün ile  Deccâl’in zuhurunu akla uygun bulmaz ve reddeder. Ehl-i Sünnet ise nassa bağlı kalarak onları kabul eder.

 

4- Mutezile, insanların amellerini kaydeden meleklerin (kirâmen kâtibîn) varlığını akla uygun bulmayıp reddederken Ehli Sünnet bu konudaki nassa bağlılıktan ayrılmaz.

 

5- Mutezile, Kıyamet Günü kurulacak “Sırat” ve “Havz-ı Kevser”in fiziki varlığını akla uygun bulmadığından reddeder. Ehli Sünnet konuyla ilgili nassı olduğu gibi kabul ederek ona bağlılık gösterir.

 

6- Mutezile, Allah’ın yaratılıştan önceki âlemde ruhlardan aldığı Misak’ı akla uymuyor diye reddeder. Ehli Sünnet bu ahdu misakı metaforik bir düşünce olarak kabul eder.

 

7- Mutezile’ye göre iman, ameller ve kalp ile tasdikten oluşur. Onlar, büyük günah işleyenin cehennemde ebedi kalacağına inanırlar. Ehli Sünnet ise bu konudaki nasslara bağlılık gösterir ve imanı, ameli ve günahkâr insanın durumunu ayrı değerlendirir.

 

8- Mutezile, salih müminler olan velilerin kerametlerini akla uygun bulmadığından reddeder. Ehli Sünnet ise bu konudaki naslara bağlılık gösterir ve onları olduğu gibi kabul eder.

9- Mutezile, İslam Peygamberinin (s.a.s.) Mirac’ını akla aykırı bulduğundan kabul etmez. Ehli Sünnet ise bu konuda nassları öne çıkararak Rasûlullah’ın miracını kabul eder.

 

10- Mutezileye göre namaz kılanın ve dua edenin sevabı kendisine mahsustur; başkalarına hediye edilemez ve edilse de ona gitmez veya ulaşmaz. Ehli Sünnet bu konudaki nassları değerlendirir ve kimi kıyaslamalarla bu türden görüşleri kabul eder.

 

11- Akla dayanarak “ilahi hüküm değiştirilemeyeceğine göre, duanın kimseye hiçbir faydası yoktur” diyen Mutezileye karşı Ehli Sünnet bazı nasslara dayanarak duanın faydası olacağına inanır.

 

12- “Allah’ın habercisi melekler onun elçisi insanlardan, yani peygamberlerden mutlak manada daha yüksek dereceye sahiptirler” görüşünü akla dayalı olarak geliştiren Mutezile’ye karşı Ehli Sünnet, kimi nasslara dayanarak insan olan bir peygamberin, vahy ile teması olan kimi meleklerden daha yüksek dereceye ulaşabileceğini savunur.

 

13- Mutezile’ye göre (vahy değil) akıl, bir imamın ümmetin başına tayinini zorunlu ve gerekli kılar. Ehli Sünnet ise bunun vahy tarafından belirlenen bir görev ve sorumluluk olduğunu nasslara dayanarak savunur.

 

14- Mutezile akılcı bir yaklaşımla “müctehid, hükmünde hiçbir zaman yanılmaz, hata etse de doğrudur,” görüşünü savunur. Ehli Sünnet ise bu konudaki nassalara dayanarak müçtehidin kimi zaman yanılabileceğini ama bunda günaha girmeyeceğini, hata etse de sevap alacağını düşünür.

 

15- Mutezile, kıyamet gününde şefaatdiye bir şey olmasının makul olmadığını düşünür ve onu reddeder. Ehli Sünnet, bu konudaki nassları esas alarak şefaatin hak olduğunu ve bazı insanların kıyamette şefaat edeceklerini kabul eder ve savunur.

 

B. Mutezile Akıl-Vahy Bağlaımında Beş Temel Konuda Ehl-i Sünnetten Farklı Düşünür

 

1- Allah’ın Sıfatları ve Halku’l-Kur’ân meselesi.

 

2- Rü’yetullah (Allah’ın kıyamet gününde görülmesi) meselesi.

 

3- Va’d ve Vaid (Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme koymak zorundadır) meselesi.

 

4- İnsanın kendi fiillerini kendisinin yaptığı-yarattığı, Allah’ın bu konuda onu mutlaka manada serbest bıraktığı meselesi.

 

5- Allah’ın iradesi meselesi (Allah’ın iradesi sınırlıdır; Allah bir kâfirin küfründe kalmasını isteyemez ve istediğini Müslüman yapamaz).

Konumuzu bu meselede derin tahlillere giren İbn Hazm’ın (v.1064), el-Milel ve’l-Nihal’inde yaptığı birkaç tespitle taçlandıralım:

“Kim, 1- Kur’an-ı Kerim yaratılmamıştır, 2- İnsanın amelleri ilahi hükme göredir, 3- Mümin ve salih insan Kıyamet Günün’de Allah’ı görmekle ödüllendirilecektir, 4- Kur’an ve Sünnette geçen (Allah için yüz, el, gelme, inme gibi) ilahi sıfatlar gerçektir, 5- Büyük günah işleyen kişi mutlak manada kâfir sayılamaz” derse, Mutezili kabul edilmez; isterse bu kişi diğer bütün konularda onlarla aynı görüşte olsun. Asıl belirleyici görüşler bunlardır. Zira bunlar akıl-vahy konusunda belirlenen metodunun ana temellerini oluşturmaktadır.

 

Dipnot



[1]- İbn Şâhîn, Şerhu Mezâhibi Ehli’s-Sünne, s. 40.

[2]- Muhammed İkbal, Dini Tefekkür, s. 19.

[3]- Bkz. Hülya Alper, İmam Matüridî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, s. 12, 21, ve s. 46-47.

  Kaynakça:

Ali Şeraiti, Ali Şîası Safevî Şîası, çev. Feyzullah Artinli, Yöneliş Yay. İstanbul 1990.

Heyet,Mezheplerin Doğuşu ve İçtihat Tartışması, çev. Şükrü Özen, Pınar Yay. İstanbul 1992.

Hülya Alper, İmam Matüridî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009

Mazharuddin Sıddıkî, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, çev. M. Fırat-G. Korkmaz, Dergah Yay. İstanbul 1990.

Muhammed İkbal, İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. Sofi Huri, Kırkambar Yay., İstanbul 1999.

Saîd Havvâ, el-İslam, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1399/1979.

Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi I, çev. Hamid Şükrü, Dünya Yay. İstanbul 1985.

Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi II, çev. Resul Tosun, Dünya Yay. İstanbul 1987

Toshihiko İzutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay. İstanbul 1991.

 


logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul